« Anasayfa | Ýslâm Kaynaklarý Kütüphanesi | Ýlahiler | Künye

Biz vahiy öncelikli bir dünyanýn insanlarýyýz. Akýl, vahyi anlamak ve yorumlamakla mükelleftir. Vahyin yerine geçip kural koymakla mükellef deðildir. Bu haddini aþmak olur. Yani akýlcýlarla, bugünkü ifadeyle seküler hayatý önceleyenlerle, dini gerçekleri önceleyenler arasýndaki fark da buradan kaynaklanýr..  

Ýsmail Lütfi Çakan Ýle Söyleþi: "Ýslam'ý Ciddiye Almak..." / Ýslam Doðan

Hocam önce tahsil hayatýnýzdan ve bu yola nasýl girdiðinizden baþlayalým isterseniz?
Allah'a hamd, Peygamberimize salat ü selam ile sözlerime baþlarým.
Ben 1943'te, resmi kayda göre 1945'te Samsun'un Lâdik ilçesinin Küçükkýzoðlu köyünde doðmuþum. Ýlkokula köyümüzün yanýndaki Büyükkýzoðlu Ýlkokulunda baþladým. O zamanlar eðitim-öðretim yýlý üç sömestri idi.. Dördüncü sýnýfta, birinci sömestriden sonra Ladik'e göç ettik. Ýlçedeki Merkez Ýlkokulu'nda 1955'te okulu bitirdim.
Benim bu alana (Ýlahiyat) intikal etmemin baþlangýç noktasý da Lâdik'teki ilkokul maceramda gizlidir. Rahmetli babam köyden kasabaya göçtüðümüzden itibaren -ki aslýnda köyümüz ile kasaba arasý on-onbeþ dakikadýr- bana, seni hafýz yapmak için köyden kasabaya göçtüm derdi. Rahmetli babam ve annem ümmi idiler. Babam köyden kasabaya gelir camide müftü efendinin vaazlarýný dinlerdi. Vaazda duyduklarýný zaman zaman bize de naklederdi. Radyo- televizyon zaten yoktu. Onun bilgi kaynaðý müftü efendi olduðu için gözünde de en büyük adam ilçenin müftüsüydü. Hükümetle pek iþi olmamýþ hayatý boyunca. Sadece aldýðý tarlalarýn tapusu için hükümet konaðýna gitmiþ birisiydi babam. Onun için baþka insanlarý fazla tanýmaz; ama müftüyü iyi tanýrdý. Müftü gözünde büyük adam olunca bana, sen hafýz olacaksýn ve neticede de müftü olacaksýn, derdi. Fakat ben hafýzlýðýn ve müftülüðün ne demek olduðunu biliyor deðildim tabii. Lâdik'teki ilkokulda þiþman bir bayan öðretmenimiz vardý. O günkü yetiþme þartlarý sebebiyle din alanýna soðuk bakan bir öðretmendi. Din ve din adamlarýna karþý yetiþme kusuru sayabileceðimiz peþin fikirleri vardý. Kendisinin dinî bir yaþantýsý da yoktu. Ben köyden kasabaya gelince köylü çocuðu olarak sýnýftaki arkadaþlar tarafýndan biraz küçümsenme diyebileceðimiz bir tavýrla karþýlaþtým. Öðretmenimiz ilk derste -iyi hatýrlýyorum- "Tahtacý Güzelleri" diye bir þiir okutmuþtu. Ýlk olunca, heyecanla baþtan aþaðý okumuþum. Bitince arkadaþlarda hafif bir kýkýrdama oldu. Öðretmen: "Ne oldu niçin gülüyorsunuz?" dedi onlara ve bana döndü: "Noktalama iþaretlerine dikkat ederek bir daha oku" dedi. O zaman anladým ki noktalama iþaretlerine dikkat etmeden okumuþum. Bu sefer düzgün okudum: "Ýþte oldu." dedi. O dersten itibaren sýnýfta bir hoca yardýmcýsý gibi, ders ve konu ne olursa olsun, hep ders anlattým. O seneyi iftiharla bitirdim. Böylece dördüncü sýnýfta iken þehirli çocuklara kendimi ispat etmiþtim. Beþinci sýnýfta yani 1955 Mayýs'ýnýn sonlarýna doðru bir gün öðretmenimiz:
-"Çocuklar, bu ders ders yapmayacaðým. Ýleride ne olmak istediðinizi soracaðým size." dedi. Ve en arkadaki arkadaþlardan baþladý. Herkes hayalindeki mesleði söylüyor öðretmen de onaylýyordu. Ben hocanýn önündeki ikinci sýrada oturuyordum. Sýra bana geldiðinde kalktým, evdeki telkinlerin etkisiyle:
"- Hâfýz olacaðým." dedim.
Hafýz olmak istediðimi söyleyince öðretmenin tepkisi o kadar garip ki. Hiç unutamam.
"Neee, demek dilenci olacaksýn!" Hâfýz olacaðým dememin karþýlýðý bu cümle oldu. Ve ben Türkiye'deki dini hayat ile bu cümleyle tanýþtým. Kendimi savunacak bir durumda olmadýðýmdan sýrama kapandým. Öðretmen býraktý benden sonraki arkadaþlarý. Din ve din adamlarý aleyhine ne biliyorsa konuþmaya baþladý. O ders, ondan sonraki ders, ertesi gün, daha sonraki gün bütün konu benim "hafýz olacaðým" demem oldu. Hoca bu düþüncemi diðer öðretmenlere de söylemiþ. O yýl okulu birincilikle bitirdim. Bu gerekçe ile hafýz olmama engel olmak için öðretmenler bir araya gelmiþler beni, bizim kasabadaki Akpýnar Öðretmen Okulu'na sýnavsýz kaydettirmeye çalýþýyorlardý. Ýlkokulu bitirince normalde on iki yaþýndayým; ancak rahmetli babam 1953'te ilçenin hükümet konaðý ile birlikte nüfus dairesi de yandýðý için kaydýmý yaptýrýrken doðum tarihimi 1945 olarak yazdýrmýþ. Bu sebepten dolayý resmi kayda göre on yaþýnda gözüküyorum. O yýllarda da ortaokula kaydolmak için en az on iki yaþýnda olmak lazým. Onun için mahkemeye baþvurarak yaþ tashihi gerekiyor. Öðretmenler dilekçeyi hazýrlamýþlar hatta mahkeme masraflarýný da kendi aralarýnda tedarik etmiþler. Bana diyorlar ki: "Babaný çaðýr dilekçeye imza atsýn!" Babam imza atmasýný bilmezdi, bir mührü vardý ya mühür ya da parmak basacaktý. Babama söylediðimde: " Ben köyden seni hafýz yapmak için buraya geldim. Ben o mührü basmam oraya da gitmem." dedi. Böyle olunca ilkokuldan sonraki yaz tatilinde büyük sýkýntý çektim. Öðretmenlerden hangisi görse, hâlâ babaný ikna edemedin mi, diye beni sorguluyor; eve geldiðimde de babam: "Kim ne derse desin sen hafýz olacaksýn, Kur'an Kursu'na gideceksin." diyordu. Okulu birincilikle bitirince herkesin imtihanla girdiði öðretmen okuluna ben imtihansýz girebilecektim. Buna raðmen babam hiç aldýrýþ etmedi ve nihayetinde babamýn dediði oldu. Ýlkokuldan sonra dört sene ara verdim. Hafýzlýðý bitireceðimde, yeni açýlan Ýmam-Hatip okullarýnýn varlýðýný öðrendik ve bizde bir Ýmam-Hatip okulu düþüncesi yerleþti. 1959'da hafýzlýk merasimini yaptýktan sonra, yatýlý okuma imkaný olduðu için daha önce kaydolan arkadaþlar gibi ben de Kayseri Ýmam-Hatip Okulu'na kaydýmý yaptýrdým. Okula gideceðim zaman enteresandýr kimi öðretmenler: "Bu okulun sonu belli deðil. Mezunlarý ne olacak belli deðil! Yüksek kýsmý yok. Böyle sonucu belli olmayan bir okula çocuk gönderilir mi?" diye babamý caydýrmaya çalýþýyorlardý. Bir taraftan da Müslüman kesimden: "Oðlun cennet yolunu býraktý cehennem yoluna gidiyor." gibi tam tersi bir telkinde bulunanlar vardý. Belki bunlarýn hepsi hüsn-ü niyet ile söyleniyordu ama her biri farklý ve olumsuz bir bakýþý yansýtýyordu. Ben Ýmam-Hatip'e kaydolduktan bir buçuk ay sonra 19 Kasým 1959'da Ýstanbul Yüksek Ýslam Enstitüsü açýldý. Yani Ýmam-Hatip okullarýnýn yüksek kýsmý açýlmýþ Ýmam-Hatiplilerin de geleceði belli olmuþtu. Bugün, 20 Kasým 2009, bu açýlýþýn ellinci yýlýný kutluyoruz. Elhamdülillah..
Peki, o zamanlar okur-yazarlýk açýsýndan nasýl bir konumdaydýnýz?
Her ne kadar ilkokula baþladýðým günlerde öðretmenin bir sayfa yazýn getirin diye verdiði "yaz yaz oku!" cümlesi yerine ben "Yat yat uyu" cümlesini yazmýþ olsam da ilkokuldan itibaren okuma-yazma merakým fazlaydý. Mesela, hafýzlýða çalýþýrken falan gazeteler okurdum. Sinan Omur'un Hür Adam isimli haftalýk çýkan bir gazetesi vardý. Çok fazla tenkide yönelik siyasi bir gazeteydi ama ben onu hararetle bekler, alýr ve son satýrýna kadar okurdum. Bende biraz münekkitlik varsa oradan kalmadýr. Elime geçen her þeyi okumaya gayret ederdim. Yolda bulduðum gazete parçasýný alýr, onda okuyacak bir þey var mý diye bakardým. Öyle bir merakým vardý okumaya karþý. Ýmam-Hatip'e hafýzlýk için dört yýl ara vererek geldiðim için sýnýfta aðabey konumunda idim. Okulda dersler hafif geldiði için daha fazla kitap okumaya yöneldim. Birinci sýnýfta, her biri oldukça kalýn otuz kadar roman okudum. Feridun Fazýl Tülbentçi'nin Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan v.b. tarihi romanlarý... Onlarýn edebiyat zevkimin geliþmesinde büyük etkisi oldu. O tarihi romanlarda -zannediyorum o günkü roman anlayýþýnýn sonucu olarak- giriþlerde uzun uzun tasvirler olurdu. Mesela yazar, bir aðacý otuz sayfa tasvir eder. Görünüþte býktýrýcý gibi gelebilir ama içine girince baþkalarýnýn göremeyeceði ince noktalarý fark edebiliyorsunuz. Tabii farkýnda olmadan sizde de bir birikim olarak zihninize iþliyor. Ve kompozisyon derslerinde konu ne olursa olsun okuduðum romanlarýn etkisiyle konuya girerken düzgün anlatýmlarla baþlardým. Allah rahmet eylesin, Edebiyat hocamýz Sabit Hashalýcý bey de bunu çok beðenirdi. Kendimi yetiþtirme adýna, yaz tatillerim falan hep okumakla geçmiþtir. O zaman Kayseri Ýmam-Hatip'te önceki aðabeylerin baþlattýðý özel bir grup vardý. Okumaya, yazmaya vs. ilgim olduðundan birinci sýnýftan itibaren o grubun içine beni de aldýlar. Etütlerde biz ikinci bir eðitim yapardýk. Babam ne kadar harçlýk gönderdiyse ona göre her hafta mutlaka küçük veya büyük bir kitap alýr, onu okur ve ertesi hafta o derslerde arkadaþlarýma anlatýrdým. Sonra Kayseri Ýmam-Hatip'in kütüphanesinde görev aldým. Kitap getirtme iþlemlerine de girdim. Böylece birçok kitabý tanýma ve alma imkâný buldum. Ýlk günden itibaren günlük tutmaya, dikkatimi çeken olaylarý yazmaya baþlamýþtým. Böyle sürdü yýllar. Ve üçüncü sýnýfta iken yazý hayatýna da fiilen baþladým. Ýlk yazým, Kayseri Hâkimiyet gazetesinde yayýmlandý. "Ecdadýmýz ve Biz" baþlýklý bir yazýydý. Birinci sayfada yayýmlanmýþtý baþyazý gibi. Tabii bu büyük bir teþvik olmuþtu benim için. Sonra orada yazý yazmaya devam ettim. Böylece yazý hayatýyla tanýþmýþ oldum. Ve daha sonra okulda edebiyat kolu baþkanlýðý da yaptým. Ziraat Bankasýnýn 100. kuruluþ yýlý dolayýsýyla Kayseri liseler arasý yazý yarýþmasýnda birinci oldum, 100 lira ödül aldým. O yýllarda Kemalettin Þenocak tarafýndan Ankara'da yayýmlanan Ýslâm Mecmuasý'nýn açtýðý nesir yarýþmasýnda birinci oldum ve 1000 lira ödül aldým. Bu paranýn 700 lirasý ile bütün yazý ve kitaplarýmý yazdýðým bir daktilo almýþtým. Hala çalýþýr durumdadýr. Ama artýk bilgisayara geçtiðimiz için bizim daktilo emekli oldu..
Ýmam-Hatip yýllarýnda oldukça aktiftiniz yani...
Evet, bayaðý aktiftim. Kayseri'deki Ýmam-Hatip hocalarýnýn hazýrladýklarý Hz. Ömer'in Adaleti isimli bir piyes vardý. Onunla hemen hemen Türkiye'nin her yerini gezdik, grup olarak. Gittiðimiz yerlerde din görevlileri veya bir Kur'an Kursu Derneði varsa onlarla anlaþýp onlarýn yararýna oynardýk bu piyesi. Derdimiz davamýz da Ýmam-Hatip okullarýyla halkýn iliþkisini temin etmekti. Gündüz camide Kur'an okuyor, ilahi söylüyor, vaaz ediyoruz; akþam da sinema salonunda tiyatro oynuyoruz. Böyle zengin bir etkinlik içindeydik. Bu faaliyetler sebebiyle dini piyes eksikliðini fark etmiþtim. Olanlar hep din ve din adamlarý aleyhindeydi. Onlarý oynamamýz mümkün deðildi. Kadýn rolü için de sýkýntýmýz vardý. Þimdi sen saçýma sakalýma bakýp da aldanma (gülüyor), kadýn rolü de oynadým ben. Sahnenin birisinde erkek diðerinde kadýn rolü... Niye? Eleman yok çünkü. Niyetimiz belli, derdimiz belli. Bu tiyatroyu götürüp Ýmam-Hatip okullarýný tanýttýðýmýz için bazý Ýmam-Hatip okullarýnýn açýlmasýna da elhamdülillah vesile olduk. Böyle güzel sonuçlar da aldýk. Ben ayný zamanda Kayseri Ýmam-Hatip'in voleybol takýmý kaptanýydým. Futbol hariç basketbol, voleybol, atletizm, güreþ vb. spor dallarýnda, sahalarda Ýmam-Hatip adýna ter dökerdik. Diðer liseliler bize "imam" dedikçe hýrsa gelir, bu imam size haddinizi bildirir diyerek okulumuzu her alanda en güzel þekliyle temsil etmeye çalýþýrdýk. Bir ara izci oymaðý baþkanlýðý da yaptým. Böylece oldukça aktif ve baþarýlý bir öðrencilik dönemi yaþadým. 1966'da mezun olacaðým yýl, sýnýf arkadaþým Necmettin Þafak -Prof. Dr. Ali Þafak beyin küçük kardeþi- dedi ki: "Abi sen tatile gitme. Haziranda Ýmam-Hatip'i bitirince eylülde de Kayseri Lisesi'ni de bitirelim." O zaman bu mümkündü. Orada da ben bir tercih yaptým. Dedim ki: "Necmettin, bu dediðin olur; ama ben çalýþacaksam, bir iþ yapacaksam kendi mesleðim alanýnda yapmak isterim. Benim lise imtihanlarýna girip baþka üniversitelere gitme gibi bir düþüncem yok. Nasipse kendi alanýmda devam etmek istiyorum." Böylece dini tahsil hayatýna devam etme kararlýlýðýmý ifade ettim. O arkadaþ liseye gitti, týbbiyeyi bitirip çocuk doktoru oldu ve þu anda emekli. Bizim Ýmam-Hatip'i bitirdiðimiz yýl (l966) Kayseri Yüksek Ýslam Enstitüsü açýlmýþtý; ama yedi yýl Kayseri'deki gurbetlik yeter, olacaksa Ýstanbul olsun gurbetimiz, diyerek sýnýftan üç arkadaþ (Muhteþem Aðýr, Murat Yýlmaz'la ve ben) Ýstanbul Yüksek Ýslam Enstitüsü'ne baþvurduk. Böylece Ýstanbul maceram baþlamýþ oldu. Burada da ayný þekilde, Kayseri Ýmam-Hatip okulundaki birikimimle Yüksek Ýslam Enstitüsü'nü rahat bir þekilde, aðýrlýðýný hiç hissetmeden hallettim. Onun için de baþka iþlerle uðraþma fýrsatým oldu.
Mesela...
Yine okuma, yazma uðraþýlarýyla devam ettim; Türkiye Yüksek Ýslam Enstitüleri Talebe Federasyonu yönetim kuruluna 1968'de girdim; Ýslam Medeniyeti Dergisi çýkýyordu, biz devraldýk, idare ve yazý iþleri müdürlüðünü yapýyordum. Böylece basýnla iyice iç içe oldum. Bu iþ için yaz tatilini falan da feda ettim. Sað basýný, Ýstanbul'un zenginlerinin kafa yapýsýný iyi tanýdým. 1968 kuþaðýnýn en hararetli döneminde biz federasyondaydýk, bayaðý hareketli günler yaþadýk. Bu arada yüksek Ýslam enstitülerinin Akademi olmasý için genel bir boykot yapmýþtýk ve ben "Örnek Boykot" diye bir yazý yazýp þimdi ismini unuttuðum bir gazetede yayýmlamýþtým. Böylece Yüksek Ýslam Enstitüsü'nü de farklý faaliyetler içinde bulunarak bitirdim. Enstitü biteceði zaman (Allah taksiratýný affetsin) bir hocaya bir dersin imtihanýný boykot ettiðimiz için tek dersten kaldým. Benim tahsil hayatýmda kaldýðým bu tek ders, Yüksek Ýslam Enstitüsü'nün son sýnýfýnda idi. O da kýrk dört arkadaþla beraber imtihana girmediðimizdendi. Ekibin baþý da bendim.
Niçin diye sorsam...
Hoca derste bir-iki arkadaþa hakaret etti. Övülmekten pek zevk alan, farklý þeyler söyleyen birisiydi. Bu bize yakýþmaz, deyip arkadaþlarýmýzýn uðradýðý hakarete tepki olmak üzere boykot ettik. Hoca beni tanýmazdý ama daha sonra ekibin baþý da ben olunca ismen tanýþmýþ olduk. Ýçimize hocanýn hemþehrisi bir arkadaþ girmiþ ve maalesef yapýp-ettiklerimizi haber veriyormuþ hocaya. Dokuz arkadaþ kýrk dört kiþiye raðmen o sýnava girdiler ve sýrf sýnava girmiþ olduklarý için geçtiler. Onlar mezun oldu; fakat biz kaldýk. Maalesef bu bir zulümdü. Allah kurtardý bizi. 1970 yýlý Eylül ayý içerisinde bütünleme sýnavýna girdik. O yýllar sözlüydü sýnavlar. Hoca da bizzat bulundu sýnavda. Enteresan olaný da dersin "hadis" olmasýdýr. Tabi hoca beni, isim olarak çok iyi tanýmasýna raðmen sima olarak tanýmýyor. Ben içeri girdim. Elinde yarým sigara vardý. Onu söndürdü, bir tane daha yaktý. Arkadaþlar da uzaktan gözetliyorlar ne olacak diye. Oturdum, önündeki listeden bir-iki soru sordu. Onlarý cevaplandýrdýktan sonra hoca: "Ýslam Ansiklopedisi'ne Suyuti maddesini kim yazdý?" dedi. Kastettiði Milli Eðitim Bakanlýðýnýn ansiklopedisi idi. Ben, "Siz." dedim. Hoca bundan hoþlanmazdý, çok överek söylemem lazýmdý. Ben de sadece "siz" dedim. Önce: "Suyuti nerede yaþadý?" "Mýsýr'da yaþadý." "Kimler zamanýnda yaþadý?" "Memlükler zamanýnda." "Ne zaman vefat etti?" "911" gibi sorular-cevaplar söz konusu oldu aramýzda. Sonra, "Peki, altý yüz kadar eseri var Suyuti'nin, Arap dili ve edebiyatý ile ilgili olanlarý say" dedi. (Hadisten imtihan oluyorum.) Hiç bozuntuya vermeden: "Arap dili ve edebiyatý ile ilgili olanlarý sayamam ama isterseniz hadis ile ilgili olanlarý sayayým." dedim. "Çýk dýþarý." dedi. 4 vermiþ, býrakmýþ. Sözlüde 4 verilmez, o hakarettir. O zaman geçme notu 5'ti. Ya 3 verirsiniz ya 5 verirsiniz. Böyle birkaç arkadaþ (bunlardan biri de þu anda Tekirdað milletvekili olan Prof. Dr Necip Taylan beydir) kaldýk. Hoca imtihandan sonra üç haftalýk rapor alýp Yalova'da dinlenmeye gitmiþ. Bakanlýk da hocanýn raporunun baþlamasýndan üç gün sonra "tek ders imtihaný" ilan etti. Hoca bunu duyunca, raporu iptal edip geliyorum, demiþ. Bizi süründürecek ya. O zamanki müdür vekilinin vekili rahmetli Abdülkâdir Kocamanoðlu bey: "Hoca, hiç kendini yorma, raporlu hoca imtihan yapamaz, biz komisyonu kurduk, komisyon marifetiyle bu imtihaný yapýyoruz. Sen istirahatýna bak." dedi ve hocayý reddetme cesaretini gösterdi. Böylece yazýlý imtihanda tek dersten kalan arkadaþlarla yakayý kurtardýk. Ýki dersten kalan arkadaþlardan bir-iki sene daha bekleyenler oldu. Ýþte böyle bir macera ile mezun oldum. Nasipmiþ þimdi hadis dersinde hocalýk yapýyorum. Garip tecelli...
Daha sonra ne yaptýnýz?
Hadis dersinden sýnava girmediðimiz dönemde, Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý Diyanet Gazetesi'ni merkezde çýkarma kararý almýþ. Baþkanlýktan Olgunlaþtýrma Dairesi baþkaný Konyalý Ahmet Baltacý ve yayýn müdürü Mehmet Kervancý beyler, Ýstanbul'a gelmiþler. Basýn-yayýn iþlerinden anlayan var mý diye soruþturmuþlar. Ýslam Medeniyeti Dergisi'ni çýkardýk ya, onun tecrübesi var diye kim söylediyse beni tavsiye etmiþ. Geldiler, gel bizimle çalýþ diye teklifte bulundular. Ancak benim tek dersten kalýp mezun olmadýðýmý, yatýlý okuduðum için Milli Eðitim bakanlýðýna borcumun olduðunu söyledim. Olsun, dediler. Biz senin mecburi hizmetini Milli Eðitimden Diyanet'e naklederiz, ne zaman mezun olursan olursun. O da senin bileceðin iþ." dediler. Ben de kabul ettim. Bir de Ýzmir'den Sedat Þenerman isimli bir arkadaþý bulmuþlar. Ýki kiþi olarak 1970'in Temmuz ayýnda Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý'nda göreve baþladýk. Ama Ýmam-Hatip Okulu mezunu olarak... Ben Kýrþehir müftü yardýmcýlýðý kadrosuyla, Sedat da Niðde müftü yardýmcýlýðý kadrosuyla göreve baþladýk. Kýrþehir'de müftü beyle bile tanýþma fýrsatý bulamadan ikinci bir emir ile merkezde görevlendirildim. Böylece dergi bürosunda çift maaþla Diyanet Gazetesi'ni ve Diyanet Dergisi'ni bir yýl süreyle çýkardým. Rahmetli babamýn vefatý sebebiyle bir yýl sonra oradan ayrýldým. Askere gittim, geldikten sonra Amasya'da iki buçuk yýl vaizlik yaptým. Vaizlik hayatý burada oldukça hareketli geçti. Orada da çok nazik durumlar vardý. "Kur'an-ý Kerime göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi" isimli kitabýn birinci cildini Mehmet Solmaz beyle Amasya'da hazýrladýk. O da baþlý baþýna bir maceradýr. Bundan önce 1968'de talebeyken "Onlar Böyleydi" piyesini yazmýþtým. Ýlk kitabým buydu. Hala daktilo nüshasý durur. Bastýrmak için Sönmez Neþriyat, Yaðmur Yayýnevi gibi bir-iki yere müracaat ettim. Hoþ olmayan birtakým þeyler söylediler. Bu macerayý "Hakký Tavsiye Metod ve Vasýtalarý" isimli kitabýmýn son baskýsýnda özetledim. Sonradan kendim bastýrdým bu piyesi. "Ýslam Medeniyeti Dergisi"nin ilk yayýný olarak "Onlar Böyleydi" piyesi çýkmýþtýr. Bu piyes Türkiye'nin her tarafýnda oynandý. Özel tiyatrolar bile oynadý. Yani büyük bir ilgi gördü. Bu da bu tür piyeslere olan ihtiyacý gösteriyor. Üçüncü sýnýfta tefsir ödevi olarak hazýrladýðým "Hakký Tavsiye" isimli kitabým, Din Görevlileri Federasyonu adýna basýldý. Türkiye'de teblið konusunda ilk telif eserdir bu. Daha sonra Ankara'ya tayinim çýktý. O zaman Ýstanbul'da Haseki Eðitim Merkezi yeni açýlmýþtý, bilimsel merakým olduðu için okumak istedim, nasipmiþ Haseki'nin ilk öðrencilerinden oldum. Fakat bitiremeden ayrýldým. Yirmi iki ay kadar orada eðitim gördükten sonra Ýstanbul Yüksek Ýslam Enstitüsü'nde asistanlýk imtihanlarý açýldý. Bir deneyelim dedik. Tayyar Altýkulaç beyin Din Öðretimi Genel Müdürü olduðu zamandý. Geldik 1977'de, imtihana gireceðiz. Hafýz olduðumdan ve mizaç sertliðinden olsa gerek (Köylü çocuðu olmanýn verdiði bir sertlik var) tefsire çok istekliyim. Hadisi hiç düþünmüyorum çünkü zaten hadisten maceralý mezun olduk (gülüþüyoruz). Neyse, bir geldik, boykot var. Öðrenciler toplanmýþlar bu imtihaný yaptýrmayacaðýz diye, kimseyi içeri almýyorlar. Kadýköy Ýmam Hatip Lisesine alýnan imtihana kapýlar polis marifetiyle açýldýktan sonra girmeyip vazgeçtim. Haseki'den gelen 5-6 arkadaþ daha vardý, onlar da girmediler. O imtihanda tefsir kadrosu dolmuþ. Dolmayan birkaç kadro kalmýþ, biri de hadis. Ýki ay sonra bir imtihan daha açtýlar. Pek de istekli deðilim hadise karþý ama Bilal Mete isimli bir arkadaþýn iknasýyla nasip oldu, hadisten asistan olarak Enstitüye girdik. Mülakat esnasýnda Ali Osman Koçkuzu Bey ile tanýþtým. Bu mülâkat serüveni de unutulacak gibi deðildir. Ali Osman hocanýn bana mülakatta sorduðu ilk soruya dört sene sonra doktora tezi ile cevap verdim: "Hadislerde Görülen Ýhtilaflar ve Çözüm Yollarý". Sorduðu soru ile tezin konusu ayný oldu. Kendine has üslubuyla hocanýn tatlý-sert bir tavrý var. Sert ama tatlý.. Biraz tahrik de etmiþ oldu yani.
Soruyla mý tahrik etti?
Evet, öyle oldu. Girdim içeri, dedi ki: "Öyle bir kütüphanedeyiz düþün, yok yok. Ben kütüphaneciyim, sen de geldin kütüphaneye. Elinde iki hadis var birbiriyle çeliþki halinde. Bunu halletmek için çalýþacaksýn. Benden hangi kaynaklarý istersin?" Bu, özel olarak hazýrlanmýþ bir insanýn vereceði cevaptýr ancak. Ben daha hadis dersinden boykotla (Bir kahkahadýr koptu.) senede beþ hadis okuyarak mezun olmuþ biriyim. Hadis hocamýz ders de yapmazdý. Öyle özel bir çalýþmam yok. Yalnýz Haseki'de devam ederken özel merakýmdan dolayý ve bir-iki hocanýn da dersinde ismi geçtiði için Ýbn Kuteybe'nin Te'vilu muhtelifi-l-hadîs adlý kitabýný yarýsýna kadar, sadece merakýmdan dolayý, okumuþtum. Sorduðu soruya o ismi söyledim: "Baþka, baþka." diyor, yok iþte ne baþkasý. (Tekrar bir kahkaha... ) Böyle geçti sýnav. Doktora tezi ile dört yýl sonra cevap verdim hocaya, herhalde memnundur hoca bilmiyorum. Bu þekilde tefsirden hadise kaymýþ olduk. O günden bu güne de hadiste öðrenciliðe devam ediyorum.
Öðrencilik?
Öðrencilik tabii, bu gerçekten öðrenciliktir. O günlerde birikim eksikliði vardý. Cumhuriyet döneminde yapýlan inkýlâplar medrese birikimini bitirmiþ. Usulüne uygun hadis okumak... Bu yok. Haseki'de de yirmi iki ay devam ettim, üç ayrý hocadan okuduk, görüneni okuyorlar. "Haddesena..." deyip geçiyorlar. Yani senedin okunuþunun bir usulü var, önemli deðil sened deyip önemli olan mana deyip geçiyorlar. Buraya geldik, bu iþ böyle olmayacak, bunun bir yolu yöntemi olmalý. Kendim açýðýmý kapatmak için çalýþmalar baþladým. Ki hazýrladýðým çalýþmalar hep kendime ve neslime yönelik olmuþtur. Hassasiyet gösterdiðim nokta bu oldu. Ta baþtan beri Ýmam-Hatip nesline yöneliktir bütün yazdýðým eserler. Fakültedeki çalýþmalarým da kendi açýðýmý kapatmaya yöneliktir. Özellikle hadis usulünde çizimle anlatma yöntemi üzerinde durdum ki iþe görsellik kazandýralým. Hadis Usulü kitabýný hazýrlarken asýl amacým, televizyon ekranýnda -o zaman tek kanal vardý- usulü halka anlatmak ve halký bilinçlendirmekti. Ama olmadý þu ana kadar. Yapýp ettiklerim hep kendi açýðýmý kapatmaya yöneliktir. Mesela Hadis Edebiyatý adlý kitabýma bilgi eksikliðinden dolayý baþladým. Hadis kaynaklarýný tanýtan bir þey bir ilgi yok o zamanlar. Yüksek lisans, doktora imkâný da doðdu fakülte olunca. Hadis kaynaklarý ne? Kütübü Sitte'yi sayýyoruz elma-armut gibi de mahiyeti ne bunlarýn. Ortada anlatan bir þey yok. Bu olacak gibi deðil. O halde onu tanýtan bir þey yapmalý. Evvela kendim tanýyayým sonra da tanýtalým diye böyle bir çalýþmaya baþladýðýmda yurt dýþýnda doktorasýný yapmýþ bir profesör arkadaþ geldi: "Ne yapýyorsun, ne çalýþýyorsun?" dedi. Dedim ki: "Hadis kaynaklarýný tanýma ve tanýtma üzerinde çalýþýyorum." "Sen Amerika'yý kaçýncý defa keþfediyorsun?" dedi. "Hayýrdýr?" dedim. "Dünyada bunlarý tanýtan bir sürü makale vardýr." dedi. "Valla vardýr diyorsunuz, vardýr, ben size güveniyorum; ama benim hiçbirine ulaþma imkâným yok, ulaþamadým. Bu açýðý hissettim ve bu açýðý ben kapatacaðým. Kaçýncý keþif dersen de." falan dedim. O kitabý bu düþünceyle hazýrladým. Kitap bir çýktý, benim gibi herkesin açýðý varmýþ meðer. Kitap hala devrede. Bundan þunu çýkardým ben, böyle bir iki tecrübeden sonra. Bakýn bu çok önemli. Gençler için de bunu söylüyorum; bir konuda bir ihtiyaç olduðunu tespit etmiþseniz, bilimsel manada bir açýk varsa 'bunu baþkalarý doldursun caným ben niye uðraþayým' demeyeceksin. Oturup o ihtiyacý kendin karþýlayacaksýn. O sahayý doldurmaya çalýþacaksýn. Sen bir baþla, eksiðin varsa baþkasý tamamlayabilir; ama senin hissettiðin açýðý herkes hissetmeyebilir. Ki çoðu kere de bu böyle oluyor. Mesela ben hiç baþkasýnýn hutbesini okumamýþýmdýr. Alýrým faydalanýrým ama kendim yazarým. Kendime mal ederim. Öyle okurum. Bazýlarý baþkasýnýn kitabýný okutmayý sever, hiç baþkasýnýn kitabýný okutmam. Notlarý hazýrlarým, zor yetiþtiririm; ama kendi emeðimi okuturum. O bakýmdan arkadaþlarýmýz, bilimsel manada ihtiyacýný hissettikleri noktayý önce kendileri doldurmaya çalýþsýnlar. Falan kitap yazmýþ, o konuda bir daha yazýlmaz. Yok öyle bir þey. Dini ve milli her türlü yayýn, dergi, mecmua ne varsa hangisine ulaþabilmiþsem, onlara imkân nispetinde katkýda bulunmaya çalýþtým. Hakses Mecmuasý'nda bir dönem yayýn müdürlüðü yaptým, kapak kompozisyonu çizdim. Hiç uðraþacaðým mesele deðil ama iþin içine girdiniz mi düþüncenizi gerçekleþtirecek adam bulamayabiliyorsunuz. Kendi iþini kendin yap. Bunlar piþiriyor insaný. Yoruyor ama piþiriyor. Hadis alanýnda da þu anda öðrenciliðe devam ediyorum. Ama yorgun bir öðrenci durumuna gelmiþ oldum. Türkiye'nin bu hengâmede, 1955-2009 yýlýna kadarki geçirdiði dini serüveninin içinde yer aldým. Kýyýsýndan köþesinden deðil -tabii herkesin cirmi kadar ama- bu hayatýn içindeyiz. Ve mücadelenin de içinde geldik. Yani þimdi tevazu gösterip kýyýda köþede demenin de gereði yok. Elimizden geldiði kadar o mücadelede Müslümanlardan yana, Ýslam'dan yana Ýslam heyecanýný, Ýmam-Hatip nesli ve bu neslin yetiþtireceði kafa ve gönüllerin inþasýnda acaba bir katkým olabilir mi diye elimden geleni yapmaya çalýþtým. Bu açýdan rahat olduðumu söyleyebilirim.
Peki, hocam bugün geldiðiniz noktada düþünceleriniz nelerdir? Yapmak isteyip de yapamadýklarýnýz ya da yapmak istedikleriniz...
Tabii dine olan hizmet bir yerde bitecek deðildir. Ne kadar hizmet ederseniz, o kadar detay karþýnýza çýkýyor. Öðrendikçe cehaletinizin boyutlarýný öðreniyorsunuz. Hem þahsi yetiþmeniz, hem dünyaya Ýslam tebliðini ulaþtýrmak açýsýndan, önümüzde günlerin getirdiði çok büyük ufuklar ve fýrsatlar var. Þimdi bu yazýlan kitaplarla diðer yapýlanlarla yetinme imkâný yok. Bugün dünya küçülmüþ, medyasýyla, internetiyle, telefonlarýyla teblið alaný o kadar geniþlemiþtir ki bunlarýn içerisinde hiç kimse ben görevimi tam olarak yaptým diyemez. Þimdi gündem, bu yeni imkânlarý da Ýslam tebliðine aracý kýlmaktýr. Bunu bir þekilde baþarmamýz lazým. Ben "Hakký Tavsiye" kitabýný 1970'de yayýnladýðým zaman; Hakký Tavsiye'nin Vasýtalarý Bölümü'nde, sinemayý, tiyatroyu, plak þirketlerini de yazmýþtým. "Yahu ne demek bunlar, nasýl tebliðe vasýta olur? Sen ne yapýyorsun?" diyenler olmuþtu. Ama vakýa buydu. Anlattýðým tiyatro macerasýnda, camiye gelmeyen insanlarla tiyatro vasýtasýyla sinema salonlarýnda karþýlaþtýk. Ýnsanlara Ýslam'ý teblið ettik. Bir zat, -rahmetli oldu- "Tiyatronun aslý küfürdür, Müslüman olmaz," demiþti bastýrmaya götürdüðümde o kitabý (Onlar Böyleydi). Ben de: "Siz böyle mi mücadele ediyorsunuz! Allah muvaffak etsin!" deyip vurup kapýyý çýkmýþtým. Evet, Müslüman olmayabilir ama Müslümanlýða hizmet eder. Bir bedeli olacak. Her þeyin bir bedeli olacak, hiç bedel ödemeden hizmet diye bir þey yok. O yüzden teknolojiyi, günlerin önümüze getirdiði geniþ ufuklarý fark ederek, memleketimizin din adamý ihtiyacýný karþýlamak temel görev olmakla beraber; müesseselerimiz dünya çapýnda ilim adamý ihtiyacýný karþýlamak göreviyle karþý karþýyadýr bugün. Bizler de bu görevin sorumlularý durumundayýz. Bugün benim düþüncemin yoðunlaþtýðý nokta budur. Öðrenci arkadaþlar yanýma geldiklerinde, bir ýþýk bir arzu gördüðüm takdirde onlara hemen: "Dünyada bir yer seç kendine arkadaþ, bir hizmet yeri seç, oraya göre hazýrlýðýný yap, dilini de öðren ve 'Ya Rab, bana bir hizmet nasip edeceksen falan yerde nasip et' diye duaný yap, niyetini saðlamlaþtýr." derim. Vakýflarýmýza da: "Dünya çapýnda ilim adamý yetiþtirme noktasýnda planlarýnýzý deðiþtirin, kapýnýzdan gireni hemen üç gün sonra kendi hizmet alanýnýza sevk etmeyin; bu genç okusun, hazýrlansýn, tezini hazýrlasýn, dünyayý gezsin, dolaþsýn, yesin, içsin; ama otuz-kýrk sene sonra söylediði söz senet kabul edilebilecek bir ilim adamý olsun. Bizim hizmetimiz o zaman ortaya çýksýn, diyebilecek uzun vadeli bir görüþ planlamasýna kendinizi de alýþtýrýn, etrafýnýza da bunu telkin edin." diye ýsrarla tavsiyede bulunur ve bunu savunurum. Gerçekten de herkes bunu yapamaz tabii. Fakat kabiliyeti olan, birikimi olan, dünyaya açýlma fikrini taþýyan arkadaþlarýmýzýn küçük düþünmemesi lazým. Büyük düþünmeli ama fatura ödemeye de hazýr olmalý. Ancak, Allah'ýn kuluna borçlu kalmayacaðýný da aslâ unutmamalý. Biz, kendimiz eðer böyle niyet eder ve böyle bir zahmete girersek, Allah ne kapýlar açar, tahmin bile edemeyiz. Biz kendi köyümüzdeki kapýlarýn kapalý olduðu dönemden baþladýk, kendi çevremizdeki kapýlarý Allah aça aça buraya getirdi. Þimdi dünyanýn kapýlarý açýldý. Musa Carullah Bigiyef: "Rasulullah vefat etti gitti. Peygamberlik vasfýnýn dýþýndaki misyonunu bugün ümmet karþýlamak durumundadýr. Dünyaya Ýslam'ý anlatma görevi ümmetindir. O halde biz, ümmet-i Muhammed'in risaleti dönemindeyiz" diyor. Bunu köydeki vatandaþ yapacak deðil; bu sorumluluðu dini alanda yüksek tahsil yapmýþ, yetiþmiþ insanlar üstlenecek. Peki bu iþin kurumsal olarak imkanlarý nedir? Ýlahiyatlardýr ve dünyadaki deðiþik ilim müesseseleridir. O halde buraya doðru, çok geç kalmadan, hýzlý bir þekilde odaklanmak gerekiyor. Tabii yaþadýðýmýz kültürler arasý savaþ ortamýnda bu yapýlýrken de çok dikkatli olunmasý gerekiyor. Türkiye'de ortaya çýkacak bu birikimi kendi düþünceleri istikametinde þekillendirmek, yönlendirmek isteyecek mihraklar/odaklar da var. Saf Ýslam tebliði, Ýslam ilimleri açýsýndan dünyaya mesaj ulaþtýrmak için; inancý, yaþayýþý, ameli yerinde olan beyinler ve yürekler seçilir, bunlara destek olunursa öyle zannediyorum ki dünya kýsa zamanda hasretini çektiði Ýslam mesajýyla daha derinden, daha etkileneceði bir biçimde karþýlaþacaktýr. Bu da bizim görevimizdir. Bundan sonraki neslimizin, ilahiyatlarýn görevidir. Köylerinden gelmiþler Konya'ya veya Ýstanbul'a, daha köye dönmek yok arkadaþ. Bunu düþünmeyeceksiniz. Bunu kafanýzdan çýkaracaksýnýz. Artýk dünya küçüldü, herkes istediði yere istediði zaman gidip gelebiliyor. Ha Ýstanbul'daki gurbet ha Tokyo'daki gurbet, ne fark eder? Elbet bir sýkýntý olacak. Hizmetin zevki sýkýntý ile orantýlý olarak çýkar. Ben, bunu yapamam bu yaþtan sonra. Hoca sen nereye gidiyorsun diye bana sormayýn, böyle düþünüyorum ve söylüyorum diye. Ben ihtiyacý hissediyorum. Dün bu ihtiyacý hissedemiyorduk. Çünkü gerçekten arkamýzda bir yýkým vardý. Köyümüzün, kasabamýzýn imam-hoca ihtiyacýnýn karþýlanmasý gerekiyordu. Aman din adamý olacaksýnýz, köye hizmet edin v.s. diyorduk. Kendimiz de onu yapmaya çalýþýyorduk belki. Þimdi artýk bir grubumuzun dünyayý hedeflemesi gerekiyor. Bu hedef, eðer ortaya konmazsa, konulamazsa ümmetin tamamý sorumlu olur. Ýmam-Hatip nesli yahut ilahiyatçýlar bu konudaki sorumluluklarýnýn altýndan kalkamazlar. Yeni yeni teþebbüsler var tabi bu alanda ama keþke onlar sürekli olabilse. Güzel þeyler düþünüyoruz, birkaç sene götürüyoruz ondan sonra býrakýveriyoruz. O da garip bir durumdur. Benim yapýlmasýný arzu ettiðim þey; dünyaya açýlýn ama kendi kimlik ve kiþiliðinize sahip, dünyaya sadece öykünerek açýlmýþ deðil; Ýslam'dan taviz vererek, yamularak dünyaya açýlmýþ beyinler deðil; dünyayý görüp deðerlendiren, Ýslam'ý da vazgeçilmez bir ilke olarak benimsemiþ; yaþayabildiði kadar yaþayan, sade, samimi, ihlâslý, müstekar, müstakim, çalýþkan beyin ve gönüllerin yetiþtirilmesi ve bunlarýn hizmetlerinin dünya insanýna sunulmasýnýn hedef edinilmesidir.
Hocam, sohbeti biraz farklý bir alana kaydýralým, istiyorum. Riyâzü's-Sâlihîn'in önemi nedir, onun üzerine iki hocamýzla birlikte yaptýðýnýz çalýþma hakkýnda bizi aydýnlatýr mýsýnýz? Niçin Riyâzü's-Sâlihîn daha birçok hadis kitabý varken?
Bu konuda belki ilk olarak söylenecek þey, Riyâzü's-sâlihîn'in Müslüman ülkelerde özellikle de bizim ülkemizde, Müslüman gönüller ve beyinlerde bir hakk-ý muktesebinin büyük bir hizmet payýnýn olduðudur. Çünkü, Cumhuriyet döneminde tercümesi yapýlmýþ iki hadis kitabýndan birisidir. Riyâzü's-sâlihîn, Nevevî merhumun çok yerinde bir tespitle güvenilir hadis kaynaklarýndan seçerek, detaylý bir toplum reçetesi olarak hazýrladýðý bir kitaptýr. Ýslam ümmeti hep sünnetten yapýlan seçkilerle beslenmiþtir. Pörsüyen taraflarý onunla onarýlmýþtýr. Hadislerden, sünnetlerden yapýlmýþ seçmelerle yeniden kendi istikametine davet edilmiþtir. Bu baþtan beri böyledir. Bütün hadis kitaplarýný böyle düþünebiliriz. Buhârî çok detaylý bir toplum reçetesidir. Ýslam ümmeti ne yapar, ne yapmalýdýr, neyi nasýl bilmeli ve uygulamalýdýr? Bunlarýn cevabý Buhârî'nin Sahih'indedir. Nevevi de ayný þeyi, kendi dönemine göre konularý âyetlerden ve hadislerden yaptýðý seçmelerle tutarlý bir mantýk silsilesi içerisinde, hem konular arasý hem konu içerisindeki ayet ve hadislerin sýralanýþý açýsýndan çok baþarýlý bir hayat reçetesi olarak gerçekleþtirmiþ ve ortaya koymuþtur. Zaten kendi dönemindeki sofu kesim diyebileceðimiz, dindar insanlarýn dini yaþayýþlarýnda dikkate almalarý gereken ilkeleri vermeye çalýþýyor Nevevi. Riyâzü's-Sâlihîn özünde Müslüman cemaatin, Müslüman anlayýþýn tashihine yönelik bir çalýþmadýr. Nevevi'nin çalýþmasýndaki isabeti dolayýsýyla tertip edildiði günden beri büyük bir alaka görmüþtür. Uzun bir süreden beri bizim toplumumuzda da hizmet görmektedir. Bizim neslimiz Riyâzü's-Sâlihîn'den sadece tercüme olarak yararlandý. Mesela kürsüden hadis dersi yapmak isteyen arkadaþlar vardý -þahsen izlediðim oldu- sadece oradaki tercümeyi okuyor. Fazla bir açýklama getiremiyor. Güncelleþtiremiyor. Riyâzü's-Sâlihîn'nin Türkçede doðru dürüst anlaþýlýr, yaþayan Türkçeyle kaleme alýnmýþ, güncel gerçekleri de dikkate alan, doyurucu olmakla beraber fazla da uzun olmayan açýklamasýna (þerhine) ihtiyaç vardý.
Bu ihtiyacý karþýlamak maksadýyla Yaþar Kandemir ve Raþit Küçük hocalara düþüncemi açtým ve üçümüz yapalým dedim. Yaþar hoca: "Üçümüz olursak ben varým." dedi. Raþit hoca da yumuþak bir insan: "Siz varsanýz ben de hayýr demem." dedi. Böylece üçümüz bu iþi yapalým diye anlaþmýþ olduk. Baþladýk. Uzun bir hazýrlýk dönemi oluþtu. Prensipler tespit ettik. Bir buçuk sene de bitireceðimizi düþündük. Üç kiþi olunca hemen biter zannettik, fakat yedi sene de tamamlayabildik. Yayýmý konusunda Erkam yayýnevi ile anlaþtýk. Her birimizin çalýþmasýný diðerlerimiz en az üç kez okuduk. Kaç punto, neresi siyah, neresi beyaz, dipnotlar nasýl olacak v.s. her þeyiyle ilgilenmek kaydýyla, kendimiz dizdik. Yayýncý da hiçbir masraftan kaçýnmadý böylece söz konusu þerh ortaya çýktý. Yayýmlandýðý günden beri elhamdülillah dua alýyoruz. Þu ana kadar hiçbir olumsuz tepki almadýk. Okuyanlar beðeniyor. Gerek içerik gerek baský gerekse dizayn açýsýndan onu aþmýþ halka yönelik bir þerh çalýþmasý henüz daha yok. Bunu da açýkça söyleyebilirim.
Asr-ý Saadet dönemindeki yaþantýnýn bir benzerini günümüzde de yaþamanýn arzusu, hemen hemen her bilinçli Müslüman'da vardýr. Ancak bu arzunun gerçekleþmesi noktasýnda Müslümanlarýn çok baþarýlý olduklarý galiba söylenemez. Müslümanlarýn bu ve benzeri düþünceleri pratiðe aktaramamalarýný neye veya nelere baðlýyorsunuz?
Bu çok yönlü ve cevabý pek de kolay olmayan bir soru. Tabiatýyla kitaplardaki Müslümanlýkla yaþanýlan Müslümanlýk veya þöyle söyleyebiliriz, iþin prensibiyle pratiði maalesef uyuþmuyor. Çoðu yerde örtüþmüyor. Günlük hayattan bunalan insanýn da yapacaðý tek þey, zaman içerisinde geriye seyahat etmektir. Müslümanlarýn asr-ý saadet yaþayýþýný aramalarý bu noktadan tabiidir. Önemli olan oradaki yaþayýþý ne kadar biliyor da istiyor. Ama asr-ý saadete özenmek baþlý baþýna bir meziyettir. Bu, Resûlullah'ý ve Ýslam'ýn orijinal yani ilk þeklini arzulamak anlamýnda güzel bir þeydir. Bunu hiç eksik etmememiz lazým. Ama zaman içerisinde yaþanan iç-dýþ gerçekler, toplum þartlarý, dünya konjonktürü, özellikle bizim kendi ülkemizin yakýn tarihte geçirdiði birtakým fikri ve sosyal olaylar sonucunda maalesef; saf Ýslam, asr-ý saadet Müslümanlýðý, kaliteli Müslümanlýk -ne derseniz deyin- bunlar çok darbe aldý. Müslüman beyinler ve yürekler bundan çok muzdariptir. Ýmkânlar, tahsil, tedris, eðitim-öðretim þartlarý da çok þey vaad etmedi bu alanda. Bu yüzden bozuk bir düzen ve bozuk bir pratik hayattan Müslümanlar bunaldýlar. Küçük þeylerle, geliþmelerle mutlu olmaya çalýþtýlar. Dýþ görüntü olarak baktýðýmýzda bir geliþmeden söz edebiliriz. Ýslami bir heyecan, canlanma var. Ama iç kalite açýsýndan baktýðýmýzda çok da ümitli olma imkânýna maalesef sahip deðiliz gibi geliyor bana. Ýslam'ýn istediði, ihlâs dediðimiz, ihsan dediðimiz sahabe kývamýný yakalamak da tabiatýyla her iddia edenin haddi deðil. Yani bu, esasen iddia ile olacak bir þey de deðil. Ýç olgunluk dediðimiz þey bana göre önce kendinizi aþmak sonra çevrenizi aþmakla elde edilebilecek bir kývamdýr. Biz hem kendimizi aþmakta hem de çevremizi aþmakta yeterince babayiðit davranamýyoruz, bunu kabul etmek zorundayýz. Birtakým dýþ tesirleri gerekçe olarak göstermek daha kolayýmýza gidiyor. Bir Müslüman birey olarak kendimize býrakýlan alanlarda biz, bizden bekleneni yerine getirebiliyor muyuz ki? Ýç tekevvün þartlarýmýzý gözetiyor muyuz? Hiç kimsenin karýþmadýðý yerlerde normal ibadetimizi, namazýmýzý, diðer farzlarý eda ederken hangi kalite ve kývamda bunu yerine getiriyoruz? Bu sorgulamayý yapmamýz lazým. "Ýstiyordum ama baþkalarý mani oluyordu ondan yapamadým." Bu avutma ve avunma aracýdýr. Ben kendi içimde belli bir kývama gelsem, þuna inanýyorum ki çevremde o kývamýn etkisi mutlaka gözükür. Allah imkân verir. Ama ben kendi içimde belli bir kývama gelmedikten sonra çevrem o imkâný bana sunmaz. Ýlahiyat tahsili görmüþ arkadaþlar bu iç tekevvün þartlarý dediðim -veya bir baþka anlamda Müslümanlýk kývamý diyebileceðimiz- o kývamý evvela kendi iç dünyamýzda yakalamalýyýz. Bunu yakalamadan, kendi içimizde böyle bir bütünlüðe kavuþmadan; dýþ þartlar düzgün olsun, her þey bize yardýmcý olsun diye beklemek boþuna avuntudur. Bu noktadan hareketle Sahabe Kývamý isimli kitapçýðýmý hazýrlarken orada gördüm ki çok açýðýmýz var. Ve iç bünyedeki açýk... Beyin, yürek olarak açýk... Ýnsan = 3K (kafa, kalp, karýn) diye bir formül vardýr. Karýn, þehevi duygularý ve mideyi ifade ediyor. Beynimizde de yüreðimizde de mide ve þehevi duygularýmýzda da tutarsýzlýklar, uyumsuzluklar, kirlenmiþlikler söz konusudur. Bu 3K'nýn birbiriyle uyumlu, temiz hale getirilmesi lazým ki çevredeki þartlar da ona göre dizayn edilme imkânýna ulaþsýn. O bakýmdan asr-ý saadeti özlem olarak da olsa gönüllerimizde yaþatmak yapýp ettiklerimizi deðerlendirme açýsýndan bize bir ölçü verir. Ama hep özlem düzeyinde kalmak -tabiatýyla- arzu edilebilecek bir þey deðildir. Yapýlabildiði kadar o alana yaklaþmaya, adým atmaya çalýþmak herhalde daha isabetli olur.
Ýslam dininin sahibi ve koruyucusu kuþkusuz Allah Azze ve Celle'dir. Fakat onun emaneti Müslümanlarýn üzerinedir. Halen yeryüzünde yaþayan Müslümanlar bu emaneti ehliyetle koruyabiliyorlar mý? Ne dersiniz?
Biz bir daðýnýklýðý yaþýyoruz. Ýslam dünyasýnýn -dýþ etkilerle veya iç etkilerle- arzu edilmeyen bir kopukluk, birbirinden kuþku duyma, güvenmeme gibi durumlarý söz konusudur. O yüzden Allah'ýn emanetini de bu daðýnýklýk içerisinde gerektiði gibi hakkýndan gelip bu iþi biz götürüyoruz diyebilmeyi temenni ederim ama bu, þu an ne yazýk ki ancak bir temennidir. Ýnþallah günün birinde buna liyakat kesp ederiz birey, toplum ve ümmet olarak.
Siz Peygamberimizden bahsederken genellikle "Örnek Kul-Son Rasül" diyerek Hz. Peygamber'in örnekliði üzerine vurgu yapýyorsunuz. Müslümanlarýn Hz. Peygamber'i örnek edinmeleri için kuþkusuz O'nu en güzel þekli ile tanýmalarý gerekir. Hak ettiði gibi örnek alýnmasý için Allah'ýn Resül'ünü nasýl tanýmalýyýz? Hadisler bu anlamda nasýl deðerlendirilmelidir?
Rasulullah (s.a.) Efendimiz'in iki vasfý var: "Kul ve Resul." Tabii sýradan bir kul deðil örnek kul olduðu Ahzap Sûresi'nin 21 ayet-i kerîmesi'nde çok açýk ve net olarak ifade buyrulmaktadýr. Son Resül olduðu da zaten ortadadýr. O yüzden bu iki vasfý "Örnek Kul-Son Resul" diye ifade ettim ki eskiden beri kullanýrým bu tabiri. Hatta Örnek Kul-Son Resul isimli bir kitabým da var. Yani bu iki vasfý yakalamadan peygamber algýsý dürüst olmaz. Þimdi Peygamber Efendimiz (s.a.) ve diðer peygamberler neyin temsilcisidir?. Tamam, örnek kuldurlar. Ama neyin temsilcileridir?. Ýlahi iradenin insanlýk platformundaki temsilcileridir. Allah Teala ne buyuruyor أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ = Ýyi biliniz ki yaratmak da yönetmek de Allah'a aittir". (Araf suresi 54) Yaratmak da yönetmek de O'na aittir. Bu çok önemlidir. Baþka yaratýcý yok. Bugün seküler anlayýþa sahip olanlar da bunu itiraf ediyorlar. Ama yönetmekte anlamsýz bir iddia içindeler. Demek istiyorlar ki onlar: "Ya Rabb'i sen yarattýn ama bizim iþimize karýþma. Biz hayatýmýzý kendimiz yönlendirelim." Müslümanlar olarak bizler de diyoruz ki: "Yaratan da yöneten de Allah'týr." Yani kâinattaki sünnetullah böyle cereyan ediyor. Ýlahi irade dediðimiz veya ilahi müdahale dediðimiz Allah'ýn insan hayatýna müdahalesi nasýl gerçekleþir, kimler vasýtasýyla gerçekleþir? Tabii ki elçiler vasýtasýyla... O halde peygamberlerin esas konumu ilahi müdahalenin temsilciliðidir. Bir peygamberi algýlarken, ilahi iradenin bizim hayatýmýzda oluþturmak istediði þeklin, biçimin, formun temsilcisidir diye algýlamak lazým. Hz. Peygamber'e gelince; onunki evrensel planda bir temsilciliktir. Hz. Peygamber'in ilahi iradenin bu evrensel temsilciliðinin bilgi ve belgeleri, onun sünneti ve sünnetin bilgi ve belgesi olan hadisleridir. Hadis-i Þeriflere bakarken, ilahi müdahalenin temsilcisi olan Hz. Peygamber'in bu müdahaleyi þekillendirme biçimini bize öðreten bilgi ve belge olarak bakmamýz lazým. Yoksa normal bir cümle, falan þartlarda falan zamanda söylenmiþ bir söz, gibi bakarsak o zaman o hadisi þeriflerin bize vermek istediði asýl mesajý ve oluþturmak istediði ilahi iradenin görüntülerini yakalamakta çok sýkýntý çekeriz. Bir yerde Resûlullah'ýn bir uygulamasý, bir beyaný varsa onun beyanýnýn karþýsýnda senin benim görüþümün sadece bir anlayýþ olarak bir deðeri olabilir. Ona uymasý ölçüsünde kýymeti vardýr. O yüzden Resûlullah Efendimizi daima önde tutma mecburiyetimiz vardýr. Ýlahi iradenin temsilcisi diye ona bakma, onu böyle algýlayabilmek gerekir. Beþer olmasý da bu yönden çok önem arz eder; çünkü bize örnek olacak. Resul olmasý da önem arz eder; çünkü temsilciliði ortaya koyacak. Bu ikisi birbirinden ayrýlamaz. Birlikte bunu böyle telakki edebilirsek, Peygamber Efendimize böyle bakabilirsek öyle zannediyorum ki bundan yararlanmamýz daha büyük ölçüde olacaktýr. Müþrikler de Hz. Peygamber'i tanýyorlardý, Abdullah'ýn oðlu Muhammed olarak. Buna itirazlarý yoktu. Ýtirazlarý Resûlullah Muhammed'e idi. O halde biz Hz. Peygambere evvela Allah'ýn Resulu diye bakmalýyýz. Allah Resulu diye baktýðýmýz yerde ona nispet edilen hadis-i þeriflere öncelikle bir teslimiyet gözüyle bakmamýz lazým. Yoksa kendi aklýmýzý ve anlayýþýmýzý öne çýkaran hatta vahye takdim eden bir yaklaþým tarzýyla bakarsak gözümüzdeki çapaklar dolayýsýyla görmemiz gereken gerçekleri göremeyiz. Yani sünnete herkes gözündeki çapaklarý temizleyerek bakmalý. Akýl-vahiy dengesi meselesidir bu. Biz vahiy öncelikli bir dünyanýn insanlarýyýz. Akýl, vahyi anlamak ve yorumlamakla mükelleftir. Vahyin yerine geçip kural koymakla mükellef deðildir. Bu haddini aþmak olur. Yani akýlcýlarla, bugünkü ifadeyle seküler hayatý önceleyenlerle, dini gerçekleri önceleyenler arasýndaki fark da buradan kaynaklanýr.. Akýl, kural koyucu mudur vahyin yerine geçip, yoksa vahyi yorumlayarak kendi çerçevesinde, kendi þartlarýnda o vahyi uygulamakla mükellef midir, yani vahyin muhatabý mýdýr? Vahiy akla hitap eder. Akýl, vahyin muhatabýdýr, ama vahyin alternatifi deðildir. Ýþte peygamberin hem kul hem de resul olmasý bakýmýndan ikisinin birlikte anýlmasýnýn önemi de burada kendini göstermektedir diye düþünüyorum.
Hocam biliyoruz ki önceden olduðu gibi Türkiye'de Kur'an hafýzý yetiþmiyor artýk. Önceden gerek Ýmam-Hatip liselerinde gerekse Ýlahiyat Fakültelerinde onlarca hafýz olmasýna raðmen þimdilerde bu sayý bir kaçý geçmiyor. Hafýzlýk ve Ýlahiyatçýlýk arasýndaki baðdan ve bu meselenin çözümü için neler yapýlabileceðinden bahseder misiniz?
Bu konuda þanssýz bir geliþme yaþadýk. Çünkü Ýmam-Hatip Liselerinin orta kýsmýnýn kaldýrýlmasý, ilköðretimin sekiz yýla çýkarýlmasý ve hafýz olacak çocuklarýn geleceklerinin belli bir statüye kavuþturulamamýþ olmasý bunda çok etkili olmuþtur. Bir de milletimizin bir doygunluk psikolojisine kapýlarak maddi kaygýlara öncelik vermesi; çocuðunun çok kazanan, rahat yaþayan dünya insaný olmasý yönündeki tercihlerinin giderek aðýr basmasý da önemli etkenlerdendir. Allah kelamýnýn hýfzýna yönelik hasretlik dönemi diyebileceðimiz 1930'lu yýllardan sonraki hafýzlýða yönelik hararetli hava maalesef gevþemiþ durumdadýr. Hâlbuki gerek din adamý kalitesi açýsýndan gerekse ilahiyatçý olarak topluma verilecek hizmet açýsýndan temel kural Kur'an-ý Kerim'in iyi bir þekilde bilinmesidir. Bu iyi bilinmenin temelinde hafýzlýk olursa hiç þüphesiz çok daha rahat olur. Kur'an-ý Kerim'i okumada zorluk çeken, hafýz olmadýðý için daha da ileri gidemeyen arkadaþlarýmýzýn -mensup ve mezunlarýmýzýn- din hizmetlerinde boyunlarý bükük olduðu ortadadýr. Hafýzlýk yapmýþ olan arkadaþlar gerek tahsil hayatlarý boyunca gerekse hizmet hayatlarýnda daha bir baþlarý dik, daha bir rahattýrlar. Çünkü bu hizmet, kýraat ve hitabetle dýþa vurulur. Eûzü-besmeleyi çektiðiniz zaman dinlenebilecek bir okuyuþunuz varsa ve hitap etmeye baþladýðýnýzda anlaþýlabilecek bir hitap tarzýnýz varsa siz toplumda belli bir yer edinirsiniz, belli bir hizmeti götürürsünüz. Okuduðunuz dinlenemez hatta namaz sahih olmayacak derecede aðzýnýz yamuksa, konuþmanýz bir bilgiyi, üslubu taþýmýyorsa, bu özelliklerden yoksunsa fazla bir þey yapamazsýnýz. Meslekte de ne kadar arzulu olursanýz olun baþarýlý olamazsýnýz. Bizim meslekte baþarýnýn sýrrý Kur'an bilgisine dayanýr. Çünkü Resûlullah Efendimizin asýl mesaj odaðý Kur'an-ý Kerim'dir. Kur'an tebliðiyle baþlamýþtýr. Mekke dönemine bakýyoruz, Kur'an okuyarak Ýslam'ý teblið etmiþtir Efendimiz. Kitapsýz dava olur mu? Kitapsýz din olur mu? Kur'an-ý Kerim'den ayrý, onu konu edinmeyen Ýslami hayattan söz etmek mümkün mü?. Öyle insanlarýmýz var ki konuþmalarýnda hiçbir âyet zikretmiyor. Belki çok güzel þeyler söylediðini zannediyor veya öyle kabul edilebiliyor. Ama bir din adamý aðzý yok. Bu, hiç kimseyi tatmin etmez. Türkiye'de hafýzlýk olgusunun yeniden canlandýrýlmasý noktasýnda teþvik tedbirleri anlamýnda; Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý'nýn, Ýmam-Hatip liseleri ve Ýlahiyat Fakülteleri gibi kurumlarýmýzýn alabileceði doðrudan veya dolaylý birtakým tedbirler olmasý lazým. Þimdi belki hanýmlar arsýnda yaygýn bir faaliyet olabilir Kur'an-ý Kerim hafýzlýðý. Fakat hanýmlar arasýndaki bu durum toplumun her kesimine açýkça yansýmayacaðý için yokmuþ gibi de gözükebiliyor. Yani Kur'an Kurslarýmýzda sadece Kur'an'ý güzel okumayý deðil hafýzlýðýnýn tamamlatýlmasý ve tabii ondan sonra da mesajýn içeriðinin ne olduðunun öðretilmesi gerekiyor. Benim tecrübem þudur; hafýzlýk yapmýþ olan, sonradan unutmuþ da olsa, hafýzlýk yapmýþ arkadaþlarýn hizmetteki derinlikleri ve rahatlýklarý hafýz olmayanlardan çok daha farklýdýr ve baþarýlýdýr. Bu rahatlýðý elde etmek de herhalde herkesin arzu edebileceði bir þeydir. Biz Kur'an-ý Kerimin, ne yapýp edip ya hâfýzý olmalýyýz ya da hâfýzýymýþ gibi okumak ve omunla meþgul olmak konusunu önemsemeliyiz. Halkýmýz da bunun farkýna varmalý. Tatsýz, tuzsuz konuþmalar ve hizmetler Kur'an'dan uzak olan hizmetlerdir. Doyurucu olmasý mümkün deðildir.
"Müslümanca Yaþamak" isimli kitabýnýzda okuyucuya sunduðunuz bir röportajýnýzda da Ýslam'ý ciddiye alma konusu üzerinde duruyorsunuz. Kendisine Müslümaným diyen kimseler ibadetler, örtünme yani iffet mevzuu gibi önemli konularda dahi tavizler verebilmektedirler. Bu baðlamda gerek ibadet gerek örtünme gerekse baþka mevzularda gevþek davranarak dinlerinden taviz vermeleri sizce Ýslam'ý ciddiye almadýklarýndan mý kaynaklanýyor? Meselenin kaynaðý hakkýnda ne dersiniz?
Ýslam'ý ciddiye almak... Bu hepimizin kimlik ve kiþilik gereði ve þartýdýr. Esasen Ýslam'ý ciddiye almamak elimizde deðildir. Yani haddimiz ve hakkýmýz olan bir þey deðildir. Prensip olarak bu böyle... Pratik olarak, yüreðimizde Ýslam'ý her þeyin üstünde tutan ona asla alternatif tanýmayan bir inancýmýz olabilir. Ama bir takým zorlamalar dayatmalar zaruretler noktasýnda ciddiye alma bakýmýndan kusurlar da olabilir. Sizin biraz önceki örneðini verdiðiniz durumlar bunlardýr. Bunu da kendi içimizde isteyerek mi yoksa dayatmalar karþýsýnda yine Ýslam'ýn ve Müslümanlarýn genel menfaatlerini düþünerek geçici bir hareket tarzý olarak mý böyle davrandýðýmýz önem arz eder. Geçici bir davranýþ tarzý olarak yapýyorsak çok fazla sakýnca teþkil etmez. O inþallah rayýný bulur. Ama bu dayatmalarý bahane ederek; bundan sonra diretmenin anlamý yok, rasyonel davranmak lazým, þartlarý görmek gerekir, hayat sana uymuyorsa sen hayata uymayý becerebilmelisin gibi verip kurtulmaya, vazgeçmeye daha hazýr bir anlayýþý içimizde haklýlýk kazandýrarak yaþatýyorsak, iþte orada Ýslam'ý ciddiye alýp almama problemiyle karþý karþýyayýz demektir. Duygu olarak, gönül olarak, his olarak "Ben Müslümanlardaným" benim kimliðim, kiþiliðim Müslümanlýðýmdan ibarettir demeliyiz. Bu kabulü yaptýktan sonra "Ya Rabbi, karþýlaþtýðým sýkýntýlar noktasýnda bana yardýmcý ol!" deme hakkýna sahip oluruz. Bu bakýmdan Müslümanlarý hemen suçlamak doðru deðil. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوَصَابِرُوا وَرَابِطُواْ وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (Ali Ýmran, 200). Bizim prensibimiz tam olarak budur. Ýmandan sonra sabýrlý olmak... Hayatla didiþirken inançlar noktasýnda sabýr yarýþýnda bulunmak lazým. Sýkýntýlara göðüs germek, anlamýnda sabýr yarýþý... وَرَابِطُوا uyanýk olmak... Kimlik ve kiþiliðin kýrmýzý çizgilerini koruma uyanýklýðý içinde olmak... Allah'a karþý saygýlý olmak ve daha sonra kurtuluþu bekleme imkâný vardýr. Þimdi, baþörtüsü gibi uygulamalarda birtakým dýþ etkiler var. Ama ben öyle düþünüyorum ki bu dýþ etkiler var diye çabucak hayata uyma þeklinde bir kývrýlma gösterirsek nerede duracaðýmýzý bilemez hale geliriz.. Müslümanlardan rahatsýz olanlarýn rahatsýzlýk olarak gördükleri þeyleri biraz daha bilinçli elde tutmaya çalýþmak lazým. Birileri oraya hücum ediyorsa demek ki onlarýn orada bir hesaplarý var. Kaleyi kolayca 'buyurun' diyerek teslim etmek yerine, burada biraz daha hassasiyet göstermemiz gerekir. Böyle bir düþünce Müslümanlarýn kavga etmeden, gürültü etmeden ama saðlam ve dik duruþlarýný korumalarýný saðlar. Tabi kolay deðil bu. Herkes için hemen yapýlabilecek bir þey deðil; ama gösterilmesi gerekli olan bir duruþtur.
Son olarak Ýlahiyat Fakültesinde okuyan öðrencilere neler tavsiye edersiniz?
Bu konuda çok þey söylemek mümkün... Ben kendilerine özet halinde þunu söylerim: Vasýflý ve tavýrlý olmaya bakýn. Vasýfsýz insan bir þey ifade etmiyor. Ýlahiyat öðrencisinin vasýflý olmasý lazým... Ýlahiyat öðrencisinin vasfý da kendi iç yapýsýnda, mesleðinde belli bir vasýf kazanmasý demektir. Hem iman, hem amel, hem bilgi ve peþinden gelen ihlâs... Müslüman kimlik ve kiþiliðini en üst düzeyde ifade eden bir vasýf... Ve bu vasfa uygun tavýrlý insan... Vasýflý insanýn tavýrlý olmamasý çekilmez. Her gelenin önünde eðilen, her esen rüzgâra boyun eðen, her havaya 'evet' diyen, konjonktürü kollayýp Ýslam'ý ona göre yorumlamaya çalýþan, yamuk düþünce ve aðýzlýlýk tavýrsýzlýktýr. Bu çok sakil, çirkin ve çekilmez bir davranýþtýr. Vasfý olmadýðý halde tavýrlý davranmaya çalýþmak da aç insanýn kabadayý, çevreye çaka satmasý, dolaþmasý gibidir ki hiç çekilmez. Ben, neslimizin kývamýný bu iki kelime ile ifade ediyorum. Vasýflý ve tavýrlý olmak... Ýslam haysiyet ve izzetine karþý gördüðü her þeye karþý tavýr alabilecek ve onu iktisab ettiði/kazandýðý vasýfla doðru bir þekilde yorumlayacak, aðzýný açtýðý zaman kendini dinletecek, öne geçtiði zaman da herkesin peþinden gitmeyi þeref bileceði bir ciddiyet, vakar ve olgunluðu yakalamaya çalýþmak. Bana göre iþte bu, dini alanda vasýflý ve tavýrlý insan tipini ifade eder. Kim bu iki özelliðe dikkat ederse toplum önderleri diyebileceðimiz insan tipleri de kendiliðinden ortaya çýkmýþ olur. Ben ilahiyat neslinden bu manada Ýslam kimliðinden gocunmayan, onu þeref bilen ve bunun gereði olarak da vasýflý ve tavýrlý davranabilen kafa ve gönüller diye söz etmek isterim. Ýlahiyatçýya bu kývamý yakýþtýrýyorum. Çünkü ben ilahiyatlarý ve ilahiyatçýlarý önemsiyorum. Kim ne derse desin, bunu takdir etsinler etmesinler, bu ülkenin de bizim insanýmýzýn da ümmet-i Muhammedin de ilahiyatçýlara ihtiyacý var. Bunu samimiyetle yerine getirebilecek insanlara ihtiyacýmýz var. "Allah'a çaðýran, yararlý iþ iþleyen ve ben müslümanlardaným diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardýr?" (Fussilet Suresi 33) Bu âyet aslýnda Peygamber Efendimizi tanýtýr. Ama ayný zamanda ilahiyat neslinin de vasýflarýný saymaktadýr. Allah'a çaðýran ve çaðrýsýna uygun amel eden/yaþayan, eylem ve söylem uyumu içerisinde olan ve "Ben Müslümanlardaným." diye kimlik ve kiþiliðini açýkça ifade eden bir mü'min... Ýþte bu Ýlahiyatlý tipidir. Yüce Rabbim; Bizim neslimize bu kimlik ve kiþilik çerçevesinde yetiþmek, hizmet etmek gibi bir mutluluðu çok görmesin diye dua ederim.
Hocam kýymetli vaktinizi ayýrarak, bu güzel muhabbetinize bizi de ortak ettiðiniz için çok teþekkür ederim.
Sözlerim arasýnda görülecek kimi eleþtirilerimin Mehmet Âkif merhumun þu beyti çerçevesinde deðerlendirilmesini bekler, teþekkürlerimi sunar, size üstün baþarýlar dilerim:
Emr-i bi'l-ma'ruf imiþ ihvân-ý Ýslâm'ýn iþi,
Nehy edermiþ bir fenalýk görse, kardeþ kardeþi!

Kaynak: Ýslam Doðan, "Ýslam'ý Ciddiye Almak...", Yürüyüþ, sayý 23 / güz 2009, ss. 12-26.